Toplum, Roller ve Namus

(*Dikkat! Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabıyla ilgili spoiler içermektedir.)

Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı eseri herkesin olacağını bildiği ama kimsenin önleme girişiminde bulunmadığı bir cinayeti konu alır. Santiago Nasar’ı öldürenler ikiz Vicario kardeşler olsa da bu cinayetin asıl sorumlusu onlar değildir. Bu cinayetin asıl sorumlusu ikiz kardeşlere baskı kurarak bu cinayeti işlemeye zorlayan toplumun dinamik yapısı ve toplumun yaşanacağı bilinen bu suça karşı tepkisizliğidir.

Santiago Nasar cinayetinin asıl sorumlusu olan toplum, kendi ellerini kana bulamamak için cinayeti Vicario kardeşlere işlettirir. Toplum bu cinayeti işlemeleri için ikiz kardeşlere cinsiyet rolleri ve namusu kullanarak baskı yapar. Topluma göre Angela’nın bakireliğini kaybetmiş olması bir namus suçudur ve suçlu buna neden olan kişi- yani Santiago Nasar- olarak görülür. Santiago Nasar’ın cezasını vermek ve kardeşlerinin namusunu korumak ikiz kardeşlerin görevidir. İkiz kardeşler ancak bu görevlerini yerine getirerek ‘erkek’ olabileceklerdi. Pablo Vicario’nun o zamanlarki nişanlısı- Prudencia Cotes- bu konuda “Neyin hazırlığı içinde olduklarını biliyordum, yalnızca onlarla aynı fikirde olmakla kalmıyordum, erkeklik görevini yerine getirmeyecek olursa onunla asla evlenmeyecektim.” (Marquez 60) demiştir. Toplumun bu beklentileri ikiz kardeşlerde çok fazla baskı yaratır. Bu baskı, ikiz kardeşlerin Santiago’yu bekledikleri dükkanın sahibi olan, Clotilda Armenta tarafından “lambanın gazını bile içseler üzerlerindeki baskıdan kurtulacak durumda değillerdi.” (Marquez, 52) ifadesiyle anlatılmıştır. Bu kadar baskıya dayanamayan ve bu görevden kaçış yolu bulamayan ikiz kardeşler toplumun kiraladığı katili oynamak durumunda kalırlar.

Toplum namusa verdiği değer ve suçlu-kurban yargılarından dolayı cinayetin işleneceğini bilmesine rağmen kendi döşediği bu cinayeti önleme girişiminde bulunmaz. İkiz kardeşler “biri çıkıp da onu öldürmelerini engellesin diye akla gelebilecek her çareye başvurmuşlar ama bunu sağlamayı başaramamışlardı” (Marquez 49) .Cinayet ve detayları hakkında sahip oldukları bilgiye rağmen cinayeti önlemek açısından pasif kalan birçok karakterle karşılaşırız kitapta. İkizler her bulundukları ortamda işleyecekleri cinayetten bahsederler ama bunu öğrenen herkes cinayeti önlememek için kendisine bir bahane bulur. Örneğin; Santiago’yu limanda görenlerden biri olan Peder Carmen Amador onu uyarmamış ve bunu “Onu sağ salim görünce bunların hepsinin asılsız olduğunu düşündüm” (25) cümlesiyle açıklamıştır. Evlerinde çalışan Victoria Guzman ise Santiago’yu uyarmayışını “Onu uyarmadım, çünkü bunların sarhoş palavraları olduğunu sanmıştım” (19) bahanesiyle açıklamıştır. Karakterlerin bahaneler uydurmalarının nedeni kimsenin bu namus meselesine karışamamasıdır. Yazar, okuyucuyu da toplumun yerine koyarak ona da bu durumu yaşatır. Okuyucu her ne kadar cinayeti ve detaylarını bilse de karakterler gibi onun da elleri bağlıdır ve bu cinayeti önleyemez. Ayrıca evlenmeden önce bekaretin kaybedilmesini bir suç ve namus problemi olarak gören karakterler de vardır ve onlar da bilinçli olarak cinayeti önleme girişiminde bile bulunmazlar.

Santiago Nasar cinayeti toplumun hazırladığı fakat önleyememe taklidi yaptığı ve bunun için bahaneler ürettiği bir cinayettir. Üretilen bu drama ile “Santiago Nasar, yaptığı kötülüğün kefaretini ödemiş, Vicario kardeşler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeş de namusunu yeniden kazanmıştı” (76). Bu sonuçlarla memnun toplum ise “Kendi işlediği cinayetin dehşeti içinde çığlık çığlığa bağrışan” (105) insan topluluğu rolü için çoktan hazırdır.  

 

“Vahşetin Çağrısı” – Jack London

Bir köpeğin gözünden sizi titreten, korkutan bir dünyaya yolculuk. Kırbaçların hızla sırtınıza indiği, dostunuz olmayan köpeklerin teker teker parçalarınızı koparma girişiminde bulunduğu bir dünyaya yolculuk… Karın ayaklarınızın altında ezilişini hissedecek, bembeyaz dünyayı sırtınıza bağlanmış kilolarca yük ve yerinize geçmek için her an saldırmaya hazır bir düzine köpekle keşfedeceksiniz.

Kendi dünyanıza bir bakış şeklinde adlandırmak daha doğru olur belki de bu yolculuğu. Gücü olanın kanunu satın aldığı, hırsın saldırganlaşarak etinize dişlerini gömdüğü, ilkel yaşamın ölümü ve öldürmeyi çağırdığı bu dünya size pek yabancı gelmeyecek. İlkel olarak tanımlanan bu yaşayışın “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar”a yakınlığı sizi ürkütecek.

Sevgiyi ve nefreti, hiyerarşiyi ve adaleti, sadakati ve kaybı, şiddet ve ödülü, acıyı ve gücü, ve nicelerini tadacağınız uzun bir yolculuk olacak sizin için bu. Bu yolculuğun sonunda ise kendinizi mi buldunuz yoksa kendinizi kaybedip sizi dönüştürdükleri yaratıkla mı karşılaştınız karar veremeyeceksiniz.

 

David Bowie- Life On Mars

( İngilizce sözleri: http://www.azlyrics.com/lyrics/davidbowie/lifeonmars.html

Türkçe çeviri:  http://ceviri.alternatifim.com/data.aspID=29624&sarki=Life%20On%20Mars?&sarkici=David%20Bowie )

Life On Mars, Is There Life On Mars? adıyla da bilinen, David Bowie’nin 1971 yılında “Hunky Dory” albümüyle çıkan parçası.

Parça bir kızın anne ve babasıyla kavga etmesiyle başlar. Tartışma sonrası Bowie kızı bir sinemaya götürür. Filme evden bir kaçış olarak giden kız, izlemeye başladığında fark eder ki film sıkıcıdır. Zaten daha önce “on ya da daha fazla kez yaşadığı” bir hikayeyi anlatıyordur. Bu kısımda bir soru oluştu benim kafamda. Yaşadığı mı hikayenin bir kopyası yoksa hikaye mi yaşadıklarının bir kopyası?

Devamında, nakaratta, filmlere sıkça yerleştirilen ve oldukça klişe görüntüler verilir. (“Denizciler kavga ediyorlar dans salonunda/…/ Yanlış adamı dövüyor) Sonrasında ise dinleyiciye bir soru yöneltilir: “Acaba hiçbir zaman bilebilecek mi en çok satan şovda olduğunu?”. Soruyu yönelttiği kişi ise şovdaki karakterler değildir. En çok satan şov, aslında şovları taklit eden kendi hayatlarımızdır.  Bu soruyla şovlar ve hayatlar arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışır bize. Şovlar artık gerçek hayatlardan ilham alınarak yapılmış kurgular değildir. Şovlar artık bizim hayatlarımızı uyarlamaya çalıştığımız gerçekler haline gelmiştir.

Ardından şarkıya ismini veren dize gelir. “Mars’ta hayat var mı?”. Durdurun Dünya’yı inmek istiyorum dercesine sorar Bowie. Dünya artık özgünlükten uzak sahte bir mekan haline gelmiştir. Bunun düzeleceği ile ilgili umut ise pek yoktur.

Bir sonraki bölüm biraz karışık ve imgelerle dolu. Önce “Mickey Mouse’un yaşlanıp ineğe döndüğü”nden bahsedilir. Mickey Mouse burada kurgu sektörünü temsil eden bir imge olarak kullanılmıştır. Artık yaşlanmıs, koca bir ineğe dönüşmüştür. Aslında büyümeyen ve değişmeyen Mickey Mouse’un bu şekilde resmedilmesi oldukça ilginçtir. Eğer Mickey büyüyüp değişebilirse bu onu gerçek yapar. Böylece kurgu ile gerçek arasındaki çizginin silinişine vurgu yapar. Kurgu ile gerçeklik arasındaki bu ilişki tek yönlü değildir artık. Kurgunun gerçeği, gerçeğin kurguyu taklit ettiği bir paradoksun içine gireriz.

Sonraki dizelerde yer alan Lennon’un Lenin olduğuna dair bir görüş de vardır. Ben de Lenin kabul ediyorum. Bu isme Lenin dersek Lenin’in de, sosyalizmi savunması ile, bu kapitalist sistemin bir parçası haline geldiği görülür. İşçilerin ünlü olmak için grevde olması, onların Lenin’in izinden giderken aslında odaklarının farklı olduğunu gösterir ve böylece Lenin de işçi sınıfı da kapitalizmi güçlendirenler haline düşerler. Bu kısmı, ismi işçi sınıfının kahramanı olarak bilinen, John Lennon olduğunu kabul etsek de dizeye benzer bir anlam yükleyebiliriz. İşçi sınıfının bu isyanı aslında kapitalizmin onlara sattığı bir kurgudan başka bir şey değildir.

Kurgu ve gerçeklik arasındaki bu ilişki ve sistemin bu ilişkinin üstündeki etkisinin sonucu gösterilir sonrasında. Problem Amerika’dan İbiza’ya, Norfolk Broadları’ndan Britanya’ya kadar salgın gibi ele geçirmiştir dünyayı. Dünya sahte, bozulmuş, sıkıcı bir yerdir. İşte bu yüzdendir “Mars’taki yaşam arayışı”.

Time- Pink Floyd

‘Time’. Pink Floyd’un The Dark Side of the Moon adlı albümünde yer alan zaman hakkındaki şarkısı. Daha açıklayıcı olmak gerekirse yaşam zamanımız ve onu nasıl kullandığımız- ya da harcadığımız.

(Türkçe ve İngilizce sözlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.
Türkçe: https://pinkfloydturk.net/2007/07/05/time-zaman-turkce-sozleri/
İngilizce:https://www.musixmatch.com/lyrics/Pink-Floyd/Time-2 )
Parça, saat tıkırtıları ve Pink Floyd’un imzası haline gelmiş uzun bir giriş ile açılıyor. Sözler, şarkı kişisinin zamanını harcayışını bize resimlemesi ile başlıyor. Kişi, önündeki zamanın çokluğunu vurgulayarak içinde bulunduğu zamanı öldürebileceğinden bahsediyor. Çok geçmeden farkına varıyor ki hayatının ve zamanının en içinde, en ortasında, en önünde. Öldürdüğü zaman yok olmuş, gitmiş. Şimdiki zamanın içinde ve onu da parça parça yok etmeye devam ediyor. Bu farkındalığın ardından etrafını suçlamaya başlıyor. Kimsenin onu uyandırmadığını ve bu nedenle “başlama düdüğü”nü kaçırdığını söylüyor.

Beni en çok etkileyen ve düşündüren, çokça da korkutan, kısım ise burada başlıyor. Birkaç  acılı, pişman haykırma ve enfes bir gitar solosu sonrası- kişi, zamanı yakalama çabasından bahsediyor. Koşuyor, çabalıyor fakat asla yetişemiyor. Kısalan yıllar, kısalan nefeslerle ölüme doğru koşuyor. Bir zamanlar önünde bolca olduğuna inandığı zamana yetişemiyor ve kabulleniyor bunu. “Vakit geçti, zaman bitti, söyleyecek daha çok sözüm olduğunu düşünmüştüm” şeklinde anlatıyor bu kabullenişi bize. ‘Time’ şarkısı bu dizelerle bitmesine rağmen parça henüz burada sona ermiyor.

Parça aynı albümden, aslında ‘Breathe’ adlı şarkıya ait, başka bir bölümü ile sonlanıyor. Eve dönüşünden ve rahatlamasından, vazgeçişinden, bahsediyor kişi. Kovalamayı bırakıp eve dönüşü onu soluklandırıyor ve rahatlatıyor. Zaten hiç inanmadığı, biraz da geç kaldığı, bu maraton sonlanıyor onun için. Ölüme koşuş bir kez daha vurgulanıyor “ağır ağır çalan demir çanın insanları çağırışıyla”.

Bu şarkıyı farklı kılan ise çok büyük bir topluluğa hitap edişi. Zamanını öldürüp telafi edebileceğine inanan topluluğa. Korkutucu kılan ise bu farkındalığın geç oluşu ve vazgeçişe yönlendirişi. Parça bizi bir yandan uyarırken diğer yandan ilham veriyor. Gerçekliği ise umutsuzlaştırarak bizi, içimizi uyuşturuyor.

‘Time’ bizi bir kişinin hayat hikayesini gezmeye çıkarıyor. Aramızdan bir kişinin, muhtemelen kendimizin.

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑